34,3122$% 0.21
37,2200€% -0.48
44,4322£% 0.46
3.017,79%-0,07
5.060,00%-0,18
2387367฿%0.11705
Prof. Dr. Osman Can Ünver Almanya’nın dış politikada Türkiye karşıtı tutumunu AA Analiz için kaleme aldı.
***
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ülkemizden önce gittiği Yunanistan’da Türkiye’nin Ege’deki haklarına ilişkin olumsuz ifadeler sarf etmişti. Baerbock bu defa Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile gerçekleştirdiği ortak basın toplantısında Türkiye’nin içişlerine müdahale anlamına gelecek görüşler dile getirdi.
Söz konusu Alman bakanın mensubu olduğu koalisyon ortağı Birlik 90/Yeşiller Partisi’nin öteden beri Türkiye’ye eleştirel yaklaşımları biliniyor. Özellikle son yıllarda, kuruluşundaki ekolojik-sol eğilimli görüşlerinden uzaklaştığı ve “Atlantik odaklı” bir kimliğe kavuştuğu gözlenen eski parti başkanı ve şimdiki federal tarım bakanı Cem Özdemir’in Türkiye’ye yönelik eleştirileri partinin Türkiye politikasını yönlendiriyor. Birbirleriyle yakın ekonomik ilişkiler içinde olan Türkiye ile Almanya’nın son yıllarda gerginliklerden bir türlü kurtulamayan ikili münasebetlerinde bu söylemlerin sanılandan daha fazla etkili olduğu açıkça görülebilir. Yaşamını Almanya’da sürdüren ve sayısı günümüzde 3 milyonu aşan Türkiye vatandaşlarının bu ülkenin toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal hayatındaki etkilerinin artmasına, bu meyanda da Türkiye’ye bağlılıklarının pekişerek devam etmesine rağmen Alman siyaset kurumu görünürde “etik-normatif nedenlerle” Türkiye karşıtı bir tutum takınmaktan çekinmiyor.
Annalena Baerbock’un Türkiye ziyareti sırasında diplomatik teamüllerin de dışına çıkarak içişlerimize müdahale niteliği taşıyan bazı düşüncelerini serdetmesi ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara ilişkin açıkça Yunanistan yanlısı ifadeler kullanması, üstenci olduğu kuşku götürmeyen, reel politikanın gereklerine aykırı ve normatif dış politikaya uyan bir örnek oluşturuyor.
Almanya’nın bu tutumunun ilk bakışta Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına ve ülkemizdeki mevcut siyasal sisteme karşı duyulan antipatiden kaynaklandığı düşünülebilir. Nitekim 2016 yılından bu yana Alman medyasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı çoğunlukla şiddet içeren ve eleştiriden ziyade hakaret ve hücum nitelikli haber ve yorumlar eksik olmuyor. Bunda, Almanya tarafından müsamaha gösterilen terör örgütlerinin belli köşe başlarında işgal ettikleri etkili mevkilerde Türkiye karşıtı söylemleri kolaylıkla yayabilmeleri önemli bir etken. Öte yandan, Almanya’da Türkiye yanlısı tutum takınan Türklerin ise mesleki ve toplumsal yaşamda dezavantajlı hale getirilmesi normal karşılanıyor. Alman duruşunun gerekçesi olarak da “etik değerler” ileri sürülüyor. Ancak aynı “etik/normatif duruş”, örneğin, Avrupa Birliği Sınır Koruma Ajansı Frontex’in de desteğiyle Yunan güvenlik güçlerinin Ege Denizi’nde düzensiz göçmenlere yönelik sert ve ölümcül müdahalelerinde gösterilmiyor. Yunanistan’ın Lozan Anlaşması’na aykırı olarak Ege adalarını silahlandırması, Doğu Akdeniz’de haksız taleplerde bulunması ve hava sahasını ihlal ettiği iddiasıyla Türkiye’yi mütemadiyen haksız yere itham etmesi Almanya ve diğer Batı ülkelerince daima Yunanistan’ın bakış açısından yorumlanıyor.
Yine insan hakları konusunda Türkiye’ye ağır eleştiriler yöneltilirken kendi topraklarında bilinen ihlaller konusunda genellikle susmayı tercih eden Batı ülkelerindeki siyaset kurumu ve medya, çoğu zaman kamuoyunun dikkatini ülke dışına çekme gayretkeşliği içinde ve bu minvalde de “etik prensiplere saygılı” olduğu iddiasını sürdürüyor. Bu yaklaşımın dış politikadaki yansımalarında da “insan hakları ve demokrasi” vurgularıyla esasen değerler bahane edilerek milli çıkar amaçlı bir yorum getiriliyor. Kısaca, normatif dış politika, ulusal çıkar söz konusu olduğunda kolaylıkla farklı mütalaaya tabi olup, ulusal çıkarın bir aracı haline dönüşüyor.
Almanya’nın Türkiye’ye karşı bu tutumunun perde arkası irdelendiğinde reel politikayı bu denli tahtından indirebilen normatif yaklaşımı anlamak bir nebze mümkün olabilir. Türkiye’nin Almanya ile İmparator II. Wilhelm döneminden (1888-1918) itibaren süregelen inişli-çıkışlı münasebetlerinin en önemli özelliği, birbiriyle ortak sınırı bulunmayan iki devletin tarihin dayattığı pragmatik gereklerle yakınlaşmaları, ancak bu yakınlaşmanın eşitlik temelinde olmadığıdır.
19. yüzyılda Avrupa’da yeşeren siyasal şarkiyatçılık Türk ve İslam dünyası hakkında var olan önyargı ve hükümleri sistematize bir şekilde belleklere yerleştirmiş, Almanya’daki Türk algısı üstenci ve hegemonik bir bakışla oluşmuştur. İttihad ve Terakki yönetimi Almanya’nın Türkiye’yi “yarı sömürge” konumuna taşımasına rıza göstermiş, iki imparatorluğun I. Dünya Savaşı’nın kaybı ile yıkılması sonucunda Türk-Alman ilişkileri o dönemi yaşayanların anılarında kalmıştır. Bu anılar Türkiye’de belli bir kesimde köklü bir “Almanya sempatisi” yaşatırken Almanya’da ise yerleşik Türk ve Türkiye algısında ciddi bir değişiklik olmamıştır. Başka bir ifadeyle, “19. yüzyıl şarkiyatçılığının” belirlediği Türkiye politikaları Almanya’da varlığını devam ettirmiştir. Sadece, Türkiye’de çok ciddiye alınan “silah arkadaşlığını” bizzat yaşamış olan eski Alman askerleri Türkler ve Türkiye hakkında kısmen olumlu duygularla vatanlarına dönmüşlerdir.
1949’da kurulan Almanya Federal Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilişkilerinde de öncelikle Türkiye’deki Almanya sempatisinin çok belirgin olduğu bir gerçek. 1961 yılında iki ülke arasında gerçekleştirilen “İşgücü Sözleşmesi” ekonomik bunalım içindeki Türkiye ve işgücüne ihtiyacı olan Almanya için pragmatik bir çözüm olmuştur. Ancak, Türkiye’den Almanya’ya giden Türk işçileri ile iki ülke arasında yeni bir süreç başlamıştır. Bu sürecin en önemli özelliği toplumlar arasında yakın münasebetlerin ilk kez bu boyutta gerçekleşmiş olmasıdır.
1961 yılında iki ülke resmi makamlarının gözetiminde başlayan ve sınırlı süreli olması öngörülen işgücü göçü beklendiği şekilde gelişmemiş, yıllar içinde Almanya’da sayısı mütemadiyen artan bir Türk grubu oluşmuştur. Günümüzde Alman vatandaşlığına geçenlerle birlikte 3 milyonu aşan bir Türk varlığından söz edilmektedir. Bu gelişme, Türkiye ve Almanya arasındaki ilişkileri belirleyen en önemli unsur niteliğindedir. Almanya’nın Türkiye politikalarının arka planında bu unsur sürekli olarak ağırlığını hissettirirken, özellikle Almanya’nın arzu ettiği asimilasyon konusundaki başarısızlık, diğer nedenlerin yanında, Türk grubunun Türkiye ile olan ilişkilerinin pekişerek devam etmesini önleyememe sonucunu getirmiştir. Türklerin arasından toplumun farklı kesimlerinde önemli mevkilere gelenler bulunmakla birlikte Türk toplumu küreselleşme çağının imkanları sayesinde Türkiye ile olan bağlarını diri tutuyor ve asimile olmayı büyük ölçüde reddediyor. Bu durum, özellikle ana akım Alman siyasetinde belli ölçüde bir “asabiyet” yaratıyor. Özellikle Türk ve İslam düşmanlığının, popülizmin ve ırkçı şiddetin arttığı bir dönemde mevcut asimilasyon politikalarının sonuç getirmeyeceğinin henüz tam olarak anlaşılamadığı gözleniyor.
Almanya’nın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olma konusundaki olumsuz duruşu ise bilhassa 2005 yılında Angela Merkel’in başbakan olmasıyla birlikte iyiden iyiye belirginleşti. Aslında tam üyelik başvurusu yapılan 1987 yılından itibaren Türklere serbest dolaşım hakkı verildiği takdirde “Avrupa’nın Türk işçilerin hücumuna uğrayacağı” algısı Almanya’nın politikalarında etkili oldu. Bu politikanın da Almanya’daki Türklere ilişkin olumsuz yaklaşımdan beslendiği açık.
Yukarıda belirtilen “asabiyetin” dış politikadaki yansıması Türkiye aleyhtarlığı şeklinde. Ancak bu aleyhtarlık, sözü edilen üstenci paradigmanın etkisi altında “etik ve demokratik” değerlerle perdeleniyor. Nitekim Annalena Baerbock’un Türkiye ziyareti sırasında diplomatik teamüllerin de dışına çıkarak içişlerimize müdahale niteliği taşıyan bazı düşüncelerini serdetmesi ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara ilişkin açıkça Yunanistan yanlısı ifadeler kullanması, üstenci olduğu kuşku götürmeyen, reel politikanın gereklerine aykırı ve normatif dış politikaya uyan bir örnek oluşturuyor.
Baerbock’un bu tutumu, Almanya’daki aklıselim sahibi gözlemcilerce yadırganmış olmasına rağmen ideolojik aklı gerçeklerin önüne koyan, etik ve demokratik ilkeleri gerekçe gösteren Alman medyasında alkışlandı. Aslında ikili ilişkilere ve Almanya’nın çıkarlarına da zarar veren bu siyasal çizginin sürdürülebilirliği kuşkuludur. Almanya’da işbaşındaki koalisyon hükümetinin kendi iç sorunlarını örtmek maksadıyla olsa bile gerçekçilikten uzak bir normativizme bel bağlaması, Alman diplomasisinin kurgusuna ve işleyişine uygun değildir. Kaldı ki, yukarıda da belirtildiği üzere, bu türden dış politika yaklaşımı homojen biçimde uygulanamayacaktır.
Türkiye’ye karşı sergilenen bu tavır, çok ciddi insan hakkı ihlali oluşturan düzensiz göçmenlere karşı Ege’deki Yunan uygulamaları, Batı Trakya’daki Türk azınlığa karşı sürdürülen ırkçı davranışlar ve Ege adalarının uluslararası hukuka göre silahsızlandırılması ilkesine aykırı olarak askeri yığınak yapılmasına gelince derhal unutuluyor. O nedenle Annalena Baerbock’un son ziyaretinde sergilediği ve ideolojik tutarsızlık olarak nitelendirilebilecek tutumu inandırıcı olmaktan uzaktır ve sadece son gerginliklerden zarar gören Türkiye-Almanya ilişkilerinde yeni bir sorun teşkil etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
[Prof. Dr. Osman Can Ünver, İstinye Üniversitesi Öğretim Üyesidir]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Yayılmacı Sırp milliyetçiliği Balkanlarda gerilimi tırmandırıyor