34,5493$% 0.14
36,2419€% -0.09
43,5216£% -0.2
2.978,80%0,58
5.075,00%0,62
3414346฿%2.07756
Kader: Hz. Ömer’in kader anlayışı, ilkesel olarak kendisinin bakış felsefesini anlamak açısından önemlidir.
Hz. Ömer döneminde bir deprem olmuştu. Bu esnada Hz. Ömer: “Ey insanlar! Bu deprem sizin yaptığınız bir davranıştan dolayı değildir. Canımı elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki şayet bir daha tekrarlarsa burada sizi iskân ettirmem demiştir.
Buradan anlaşılmaktadır ki Hz. Ömer insanların dünya hayatında özgürce yaşamalarının baskı altına alınmaması ilkesini koruduğu görülmektedir. Dünya hayatının özgürce bir imtihan olduğuna işaret etmiştir.
Hz. Ömer akıl ile vahiy arasındaki dengeyi en iyi kuran insan olarak bilinmektedir. Hz Ömer’in bu yaklaşımı çağımızda bile henüz ulaşamadığımız bir feraset örneğidir.
Depremi hâlâ Allah’ın gönderdiği bir azap olarak algılayan zihniyetin yaygın olduğunu biliyoruz. O dönemde bile cahiliye adetlerini gelenek olarak benimsemiş kimselere Hz. Ömer en güzel cevabı vermiştir.
Fay hattının üzerine binalar kurmak, binaları ahşaptan yapmamak, yapı kalitesine dikkat etmemek, gerekli tedbirleri almadan faturayı Allah’a bağlamak ne kadar isabetlidir.
Sonra da Allah’ın takdirine razı olunması gerektiğini söylemek kadar İslâmî anlayışa ters bir durum olmasa gerektir. (Mehmet Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak-2, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, Ekim 2012, s.49.) Allah’ın kâinata koyduğu yasaların ihlali, her daim bir ceza ile karşılanmıştır.
Bugün sera gazlarının erimesine neden olan fosil yakıtların küresel dünyamızdaki buzulları ısıtmasının bir felaketi doğuracağı da açıktır.
Allah insanlara akıl vermiştir. Kur’ân’ın en çok üzerinde durduğu ve uyardığı aklı kullanma hadisesidir. İnsanlar kendi günahlarını Allah’a fatura edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Kendilerinin yapmış olduğu yasa ihlalleri, kâinata koyulmuş olan düzenin bozulmasına neden olmuşlardır. Kendi elleriyle sebep olduğu zararların faturasını da Allah’a yüklemişlerdir.
Allah kullarına asla zulmetmez. Nitekim Kur’ân, kendinize bir musibet isabet ederse bu kendinizin yapmış olduğu yasal ihlallerden kaynaklandığını beyan etmiştir.
Bilindiği gibi Allah’ın verdiği en önemli nimetlerden biri akıldır. Allah, aklı muhatap almış ve onu sorumlu tutmuştur. Aklını iyiye ve kötüye kullanma hususunda muhayyer bırakmıştır.
Nasların ekserisi aklı kullanmaya yönelik vurgu yapmıştır. Bu husus bize aklımızı kullandığımız ölçüde ilahi vahye muhatap olacağımızı göstermektedir.
Akıl doğru kullanıldığı takdirde akıl sahibini hidayete erdireceğine işaret etmiştir.( Bakara, 2/13. ) Deprem olayını kulların fiilleriyle ilgili olmadığını dile getirmiştir.
İnsanların tedbir alması gerektiğini dikkat çekmiştir. İnsanların elinde olan pek çok meselede faturayı kadere çıkarmanın doğru olmayacağı da açıktır.
Bu durum Cahiliye dönemindeki kader anlayışının hâlâ sürdüğünün bir göstergesidir. Bu anlayış hâlâ bir şekilde varlığını devam ettirdiği görülmektedir.
Genellikle kültür seviyesi düşük olan toplumlarda, kaderci anlayış hâkimdir. Desene kadercilik, toplumların eğitilmişlik düzeyi ile yakından ilgilidir.
Araplar yaşadıkları olayların kader tarafından belirlendiğine inanıyorlar, ne yaparlarsa yapsınlar onlar için belirlenen kaderi yaşayacaklarına inanıyorlardı.
İslâmîyet öncesi Arapların kader terimine yükledikleri anlam ile günümüzde kader teriminin kazandığı anlam oldukça farklıdır.
Kadercilik diğer adıyla (fatalizm-yazgıcılık) insanın gücünün erişemediği kör kuvvet, dolayısıyla “kötümser bir inanç” idi.( Resul Öztürk, “ İslâm Düşüncesinde Kaderci Anlayışın Sosyal ve Kültürel Temelleri”, Kelam Araştırmaları, 2011, s.128-145.)
Bu bağlamda corona virüsü, ilahi bir afet değil, ilahi bir ayet görülmelidir. Deprem ilahi bir afet değil, ilahi bir ayettir.
Bu tür ayetler, Allah’ın bir gazabı değil, Allah’ın bir imtihanı olurlar. Tarihten günümüze salgın hastalıkların sebebini, herkes kendi inancına göre bir şeyelere bağladığı görülmüştür.
Bu konuda tanrı adına söz söylemek, bir tür gizli şirktir. İnsanlık tarihinde salgından, depremden sahabeden tutunda milyonlarca insan ölmüştür.
Hz. Ömer salgını kader gibi görenlere Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine gidiyorum diyerek, tediri önermiştir. Depremi (zina gibi) günahkârlara bir ceza görenleri de azarlamıştır.
Oysa bugün küresel güçlerin suçları, cinsel suçlardan çok daha ağırdır. Bugün suçu birilerinin günahına yıkmaktan ziyade, ibret almak gerekir. Geçmişi (tövbe ile) yakmak (unutmak), geleceğe bakmak gerekir.
Hayretin yeri yok, ibret vaktidir. Dün, insan insanın yurdu ve şifasıydı. Bugün insan insanın kurdu ve belası olduğu görülüyor. Fakihler, corena virüs sonrası fıkhına kafa yormalı, vakit, cuma ve bayram namazlarının kılınması için fıkıh üretmelidirler. Din İşleri Yüksek Kurulunun asli görevi bu olmalıdır. Zina ve fuhuşun yasaklığı malumdur. Kimse bunları meşru göremez.
Din İşleri Yüksek Kurulu uzman heyet anlayışına derhal geçilmelidir. Bu kurul, yeryüzünün bütünü bir mescittir. Zaruretler haramları mübah kılar. Zaruretler miktarlarınca takdir olunur gibi pek çok ilkelerimizi devreye sokmalıdırlar.
Fıkhımızı güncellemelidirler. Aksi takdirde problemleri çözemeyen din, zaten piyasadan talep bulamaz.
Genellikle kader, “Allah’ın bütün nesne ve olayları ezeli ilmiyle bilip belirlemesi” diye tarif edilmektedir. ( Akbulut, s. 134.) Bu tanımdan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki insanlar kadere farklı anlamlar yüklemişlerdir.
Konunun bütünlüğünden çıkmamak için, kaderi sadece tanımla sınırlı tutmak yerinde olacaktır. Kader insani bir meseledir ve insanlığın sorunudur; dolayısıyla çıkış noktamız da insan olmalıdır.
(Ahmet Akbulut, “Allah’ın Takdiri-Kulun Tedbiri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, c: XXXIII.s.135.) İnsanlar kendi akıllarıyla işledikleri günahları bile Allah’a yüklemişlerdir.
Hız limitini aşarak sürülen bir araçla yaptığı kazayı bile Allah’a fatura etmişlerdir. Yani tehlikeli gördükleri bir şeyin sonunu düşünmeden yapmışlar sonrada bunun sonucunu Allah’ın takdirine bağlamışlardır.
Depremi yaptıkları kötülüklerin karşılığı olarak görmek gerçeklerden kopuk bir anlayıştır. Sonuçta insanın psikolojik yapısı ve aciz kaldığı olaylar karşısında göstermiş olduğu tutum, bir tür suçu başkasına itekleme, kendini tatmin etme, insanı kaderci bir anlayışa sevk etmekte olduğu anlaşılmaktadır.
Tevekkül: Hz. Ömer’in tevekkül anlayışı da oldukça dikkat çekicidir. Mehmet Akif Ersoy da bundan etkilendiği sanılmaktadır. Hz Ömer kader konusunun yanında tevekkülü de insanların yanlış anladıklarını beyan etmiştir.
Tevekkül sebeplere sarıldıktan sonra yapılması gereken bir mahiyete sahiptir. Yani insan herhangi bir konuda önce işin gereğini yerine getirmeli sonra da Allah’a dua etmelidir. Önce fiili dua yapalım sonra sözlü duaya geçelim.
Bazen gerekli olan her şey yapıldığı halde, iş istediğimiz yönde gitmeyebilir hatta istemediğimiz bir şekilde sonuçlanabilir. Bunlar Allah’ın takdirinde olan hususlardır.
Toprağa tohumu ekmeden fidan çıkmasını beklemek gibi bir hataya düşmemeliyiz. Bizlerin yapması gereken sebeplere sarılmak ve sonucu Allah’tan beklemek olmalıdır. Mehmet Akif Ersoy bu durumu ne güzel dile getirmiştir.
“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru; Belanı İstedin, Allah da Verdi… Doğrusu Bu. “Çalış” Dedikçe Şeriat, Çalışmadın, Durdun, Onun Hesabına Bir Çok HURAFE UYDURDUN! Sonunda Bir de “TEVEKKÜL” Sokuşturup Araya, Zavallı DİNİ ÇEVİRDİN Onunla MASKARAYA!
Bırak Çalışmayı, Emret Oturduğun Yerden, Yorulma, Öyle ya, Mevla Ecir-i Hâsır İken!
Hz. Ömer in kader ve tevekkül konusuna bakış açısı bizlere bu konuları nasıl anlamamız gerektiği hakkında bilgi vermektedir.
Bu konuda göstermiş olduğu tutumu başka bir rivayetle de değerlendirebiliriz. Hz. Ömer Ebû Ubeyde’nin yardımına koşmak için Şam’a gitmişti.
Şam’da veba mikrobu olduğundan sahabelerle farklı istişareler sonucu şehre girmemiş ve orduya geri dönmesi emrini vermiştir.
Ebû Ubeyde’nin Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun ya Ömer? demesi üzerine Hz. Ömer de, “Evet Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz” demiştir.
Ali Akdoğan, Mehmet Akif Ersoy’a Göre İnsan, Toplum ve İslâm, Araştırma Yayınları, Ankara, 2014, s. 256-257.) Ebû Ubeyde yaşanılan bu olayı Allah’ın kaderi olarak görürken, Hz Ömer bu olaya farklı bir bakış açısı getirmiştir.
Görülüyor ki Hz. Ömer’in kader anlayışı ile Ebû Ubeyde’nin kader anlayışı çok farklıdır. Ebû Ubeyde’ye göre her şey Allah tarafından ezelde tespit edilip, programlandığı için kaderden kaçmak imkânsızdır.
Hz. Ömer’e göre ise ezelde tespit edilenler imkânlar olduğu için veba hastalığı olan yere girenin, bu hastalığa yakalanması da Allah’ın kaderi, bu hastalığın olduğu yere girmeyerek ondan kaçanın kurtulması da Allah’ın kaderidir.
Ebû Ubeyde ve Yezid b. Ebi Süfyan gibi birçok ileri gelen sahabe veba hastalığından ölmüştür. Hz. Ömer ise yaşamıştır. Kaderin ne olduğunu bilerek bilinçsizce yapılan hataların sonucunu kadere bağlamamıştır.
Yapmış olduğumuz fiillerin sonucunu Allah’a yüklemememiz gerektiğini belirten Hz. Ömer kaderci görüşü eleştirmiştir ve onun önüne geçmek istemiştir.
Peygamberimiz bir savaşa giderken önce tedbir almıştır, sonra Allah’tan yardım istemiştir. Hiçbir şey yapmadan kaderimizde varsa kazanırız yoksa kaybederiz dememiştir.
Bu konuda tedbir almayan birine de önce deveni bağla sonra tevekkül et demiştir. Kader konusu kelam ilminin konusu olduğundan bu kadar açıklamayı yeterli görüyoruz.
Ancak Müslümanların geri kalmışlığının özünü bu kader ve tevekkül anlayışının yattığı söylenebilir.
Allah (cc) elbette ki kulunun dünya hayatında her ne şekilde karar verip vermeyeceğinin bilgisi kıdem ve beka sıfatlarıyla bilmektedir.
Ancak kullarının kendi iradeleriyle yapmış oldukları fiillerin sonuçlarının Allah tarafından bilinmesi demek, bu fiillerin faturasının Allah’a çıkarılmasını gerektirmez.
Kişinin kendi elinde olmayan bir olay ki anne ve babasını seçme imkânı, erkek veya kız olma isteği gibi kendi elinden olmayan tamamen kaderin takdirine bırakılan alan ile kendi iradesiyle gerçekleşen alanı birbirinden ayıramadığımızı düşünüyorum.
Konu kelamcıların olduğundan da bununla iktifa ediyorum. Saygılarımla.
Köln'den 120 tonluk yardım malzemesi 6 tırla deprem bölgesine doğru yola çıktı